Temmuzdan beri bilgisayar başındayım, agh için çeşitli projelere başvuru yapıyordum. İlk gençlik okumalarımın da etkisiyle yolumu düşürmek istediğim öyle çok yer vardı ki Avrupa'da, gerçekten otuzuma gelmeden buraları görebilmeyi isterdim. Enis batur gibi mekik dokumak... Sonra baktım olmayacak, projelerden ses soluk çıkmadı, aslında biraz da benim seçiciliğimden, el ele tutuşup zıplayan gençlerin fotoğraflarını gördükçe epey seçici oldum projeler konusunda. Zaten önemli bir kısmı yaşlılar, çocuklar ya da engelliler üzerine projeler. Ben hoşuma giden birkaç animal welfare projeden epey umutluydum onlar da olmadı. Neyse burası Wat forumu, Agh'yi bir kenara bırakalım.
Dedim benim en büyük arzularımdan biri de ne? Amerika!
İçimdeki dürtülere uyup ben de çekip gitseydim ya bir gün;
ama,
nereye?
Türkiye böylesi tutkulara kapılmak ve serüvenler yaşamak için ufacık, sığ, tekdüze bir ülke: uzun tren yolları, demir köprüleri, büyük dağların, gür ormanların arasından kilometreler boyunca akan nehirleri yok; demek istediğim büyük yük tırlarının boydan boya kat ettiği bir kıta değil burası ve ben asla karşısında huşuyla taş kesileceğim bir yaban hayatı ve çölde yaşayan sevgi dolu bir hippi topluluğuyla da karşılaşmayacağım. Sonra Breaking Bad, Six Feet Under, Sopranos... sonra o saymakla bitmez filmler, gerçekmiş kadar bize ait o yaşamlar, biz üçüncü dünya ülkeleri için amerika yüzyılı aşkın zamandır pazarladığı sinemasal gerçekliğinden hiç ayrılmayacak bana kalırsa. bir de tabi doğal güzellikleri, yellowstone, grand canyon,... neyse işte, en son elimde baudrillard'ın amerika kitabı o çöller, ya san francisco!!!
başka?
afganistan, vietnam, ırak. bunlara girmeyelim.
Bir önceki mesajımda söyledim ya, havaalanına indiğimde büyük bir film stüdyosunun içine düşmüş gibi hissedeceğim. Sahte olan ben miyim yoksa amerika mı anlayamayacağım. Bir önemi olmayacak bunun ve istediğim de bu.




Alıntı

Bookmarks